17 Mayıs 2009

Giderken Bana Bir Şeyler Söyle



Bundan dört beş yıl önce bizi sürükleyip götüren Aynalar Koridorunda Aşk kitabınının yazarı Mustafa Ulusoy'un son kitabını bitirdim bugün. İnsanın Temel Acıları üçlemesinin ikincisi olan bu kitap, birincisi kadar etkileyiciydi. Yine de ben belki de zaman ve mekanın verdiği etkiyle Aynalar Koridorunda Aşk'tan

daha fazla etkilenmiştim.
Her iki kitabı da tavsiye ediyor ve ikinci kitap olan "Giderken Bana Bir Şeyler Söyle" kitabından altını çizdiğim bir kaç bölümü burada paylaşmak istiyorum.




“Hiç kimsenin bilmediği büyük bir aşk mı, herkesin bildiği küçük bir aşk mı tercih edilir?” diye sordu kendine. “Ne fark eder ki” dedi sonra, “ister küçük ister büyük olsun, her aşkın üzerine ölümün gölgesi düşmüyor mu? Hepimiz ölünce içimizde taşıdığımız kendimize ve başkalarına ait öykülerle birlikte gitmiyor muyuz?”
Ne aşkın peşindeydi insan, ne de öykünün. Kalıcı bir öykünün, sonsuza dek sürecek bir öykünün, mezar taşlarının altında kalmayacak bir öykünün peşindeydi. Unutulmayı, hele sonsuz unutulmayı hayal etmek bile tir tir titremesine, alnında soğuk terler dökmesine yetiyordu.
Turuncu öyküsünü anlatırken, Dr. Mavi, “Ben buna büyük suskunluk adını veriyorum. İnsanlar, en gereksiz şeyleri konuşmaya çok hevesli olmalarına rağmen, sıra ölüme gelince büyük bir suskunluğa bürünüyorlar..”

***

İyi şeyleri kendimize mal edip, bunlardan narsistik haz almak ama kötü görünen olayları Yaratıcı’ya mal edip sorumluluklarımızdan kaçınmak adil bir tutum gibi gelmiyor bana..
***
Kendini neden sımsıkı tutuyorsun, neden bırakmıyorsun? Elin bile uzun süre sıksan ağrır, güçsüzleşir. Yıllarca sıkı sıkıya tuttun duygularını. ….

***
Temel bir şartı vardı Yaratıcı’nın. Yanlış eyleminizin yanlış olduğunu ifade edin, pişmanlık duyun. Ve güzel eylemlerde bulunun.
***

Ve daha nice altını çizdiğim satır Mustafa Ulusoy’un son kitabından.

Mutlaka her iki kitap da tecrübe edilmeli diye düşünüyorum.

08 Mayıs 2009

Dumanı üzerinde, ölümün üzerinde …


Mini blue
Originally uploaded by SezzRS


Bir sigara düştü yere, dumanı üzerinde, gri beton yere..
Bir doktor gördü bunu ve üzüntüyle baktı sigarayı arabasının camından atan gence..

Az evvel hastane binasından çıkmış az evvel, akciğer kanseri bir hastasını yitirmişti..

Akciğerde kalmamış bir kanserdi bu..Beyin, kemikler ve neredeyse tüm vücuda yayılmıştı.

“Çok çalışkan bir adamdı” dedi karısı ve ekledi “bir de sigara içmeseydi”…
Henüz vefat gerçekleşmemişti bu diyalog kurulduğunda.
Ancak ölüm kendini hissettirmeye başlamıştı..

Ve bu diyalogdan iki saat sonra, hasta son nefesini verdi..Akciğerinden hırıltılı seslerdi en son duyduğu doktorun..

Doktor, henüz soğumamış bedenine dokundu, boyundaki ana atardamarda tık yoktu..
Bileğine baktı, evet, artık kalbi atmıyordu..EKG cihazı düz çizgi çiziyordu..

Üzülmedi doktor, üzülmedi yakınları..
Belki çok çekmemesi, makinelere mahkum olmaması bir nebze yatıştırmıştı herkesi..
Ya da ölüm yakışmıştı bu hastalığa..Ya da bu hastalığa ölümden başka yakıştırılacak bir şey bulunamamıştı..

Ama sigara, genç adamın arabasının camından attığı ve doktorun ayaklarının önüne düşen dumanı üzerinde sigara gitmiyordu gözlerinin önünden..

İnsanların neden sigara içtiğini hala ama hala çözememişti..Ölümün üzerini kaplayan bu gri dumanla nasıl kendilerini öldürebiliyorlardı bilmeden böylesine…Bir de yakınlarını tabii…

Düşündü içten içten doktor..Yıllardır ölen hastayla birlikte aynı odada o sigara dumanını çeken yaşlı teyzeyi, teyzeye “sen de akciğerlerini sık sık kontrol ettirmelisin” dediğini ve babasının ölüsünü görmek isteyip istemediğini soran hastabakıcıya, “gerek yok, topla gitsin” diyen oğlunu, ölümün nasıl ilk defa içini acıtmadığını belki doğal karşıladığını bu kez..Düşündü…Çok tanımadığı bir hastaydı, henüz yataklı servise yeni yatırılmıştı ve ölüm hızlı gelmişti bu kez..Uzun dönem hastanede yatan hastalarıyla arasında farklı bir bağ kurulurdu..Ancak bu hastayı henüz tanıyamamıştı bile..
Hasta kötüleşmeye başladığında, eşini odaya çağırıp, usulca “her an her şeye hazırlıklı olmalıyız” demişti ve öylesine metin bir şekilde nasıl söylediğine sonra kendisi de şaşırmıştı..
“Ölüm haktır, ve bir gün bir şekilde gelecek..Burada, ya da evinizde, bir gün gerçekleşecekti ve muhtemelen şimdi gerçekleşmek üzere..Üzülmeyin, kanser zaten tüm bedenine yayılmıştı, yani bedeni artık dünyadan ayrılmak isteyen ruhunu taşıyamayacaktı..” manasında bir şeyler söylemişti..

Vefat gerçekleştikten sonra da, “Çekmeden ve çektirmeden gitti teyzeciğim. …Aylarca yıllarca makinelere bağlı bir şekilde yaşaması hiç kimse için kolay olmayacaktı..Ne mutlu ki çok acı çekmeden gitti…” gibi bir şeyler..

Merdivenlerden inerken, yan yataktaki hastanın munis yüzlü eşini gördü..
Elinde küçük bir Kuran, pencereden aşağıdaki ölen hastanın yakınlarına bakarak, mırıl mırıl dua ediyordu..
Nasıl bir hissiyat içindeydi kim bilir. Belki kendi eşini düşünüyordu, bir yandan da ona dua ediyordu..Çünkü yan yataktan giden can, bir gün diğer bir yataktan da gidecekti elbet..

Bahar serinliği esti..
Düşünceler de mor yapraklar gibi savrulup gitti..
Mor yapraklı sarmaşık biraz daha büyümüş ve etrafa biraz daha yaprakları saçılmıştı..
Henüz ölmemiş olanlar için, büyüleyici bir gök, çiçeklerin rahatlatan kokusu, yaprakların taze yeşilliği vardı hastanenin dışında..

Doktor derin bir nefes aldı..Bir kaç çiçek yaprağını aldı eline..Dalda asılı olanların resmini çekti ve yere düşenlerin de…

Ve hayat, her şeye rağmen, her şeyle birlikte devam etti..
Doktor da çiçekli sarmaşığın altında biraz daha vakit geçirip evine gitti..

07 Mayıs 2009

Kıştan Bahara, Kusurdan Kusursuza…


Purple poppy edit
Originally uploaded by drawn_onward07
Rabia Nazik Kaya

BİR BELDEYE taşınmak, bir beldeyi tanımak bir kış mevsiminde..Havanın kapalı, ağaçların çıplak olduğu bir dönemde..Soğuk, sessiz ve ıssız günlerde..Nasıl da bir tedirginlik oluşturur insanın kalbinde..

Toprak, bağrında taşıdığı tohumları sımsıkı tutmakta ve hiç renk vermemektedir.

Göğün griliği, maviyi zapt etmiş göstermemekte ve börtü böcek, çekildikleri kabuklarında beklemektedir..

Birkaç ay geçer böylece…

Ve bahar gelir usulca…Önce minik minik yapraklarla ve pembe-beyaz çiçeklerle..

Her gün geçtiğiniz soğuk ve karanlık yol, yeşil bir örtüye bürünür sonra..

Kışta ölü gibi görünen ağaç dallarının ne kadar yükseğe uzandığını, yemyeşil yapraklar büyüyünce anlarsınız..Bir çalılığa benzeyen sarmaşık dallarının pembe-mor çiçeklerden oluştuğunu görünce hayret edersiniz..

Ve toprağın sonunda salıverdiği menekşeleri fark edersiniz renk renk..

Güneş artık daha sık uğramaya başlamıştır bu beldeye. Mavi saklandığı yerden çıkar, yer gök rengarenk bir şölen havasına bürünür adeta..


Oysa buralar griydi,
soğuktu,
sessizdi,
renksizdi,
ıssızdı ilk tanıştığınız zaman…

Şimdiyse nasıl değiş(tiril)di !....

devamı: http://www.karakalem.net/?article=3629