21 Aralık 2009

:) yoktun, var oldun..*


AX075378
Originally uploaded by barbaramelo

kırk yıllık el, kırk günlük eli tuttu incitmeden..
duygulandım..

"yoktan var edilmek" dedim
"ne gizemli bir şey"...


kırk gün önce yoktun bebek, yoktu ellerin..
baban görmemişti seni, annen de, kıpırdanmanı hissetmişlerdi sadece ana rahminde..

şimdi varsın,
yoktan yaratıldın,
kırk yıllık tecrübesi olan bir babanın
kucaklarına bırakıldın..

babanın kucağında gördüm bugün seni
bir garip oldum

sen babanla oturup şöyle derin bir sohbet etmeye başladığında, kırk yaşındaki genç hali olmayacak babanın
babanın bu genç halini hiç bilmeyeceksin,
seni kucağındaki kanguruda nasıl taşıdığını böyle yakından görmeyeceksin
saçları daha beyaz olacak o zaman babanın, beli de biraz daha bükük

işte, babanın hayatının bir kırk yılı sensiz geçmişken,
sen de onun belki bir 50 yılını hiç bilmeyeceksin
ama öyle çok seveceksin ki onu, sanki 50 yıldan fazladır tanıyorsun

halbuki ilk baba dediğinde,
belki sadece bir buçuk yaşında olacaksın..
bu derin bağ da nasıl oluşacak aranızda ?...

baba deyip sırtını yaslaman ona,
ve sonsuz güven duyman
ne zaman, kaç yıllık bir mazide gelişecek

seni beş-on yıl himaye etmesiyle saygını, sevgini, güveninin sağlayan babandan ve annenden öte,
sen yokken de seni bir bilen vardı
seni seven vardı
seni o yarattı


ben babanın gençliğini gördüm bebek,
senin de bebekliğini
sen de başka bebekleri, başka babaları göreceksin
bir şeyler eskiyip yaşlanırken,
bir yandan yepyeni taptaze olanlar gelecek..

nereden gelecek?..
"yokluk"tan..
ama yokluktan varlığı yaratan hiç değişmeyecek
o hep vardı, hep var olacak

şaşılacak şey değilmi yoktan var olmak..
ne büyük mucize..

yaratılışın farkına varmak,
var olduğunu iliklerinde, hücrelerinde hizzetmekse
ayrı bir mucize

bir de tüm bunlardan içine yığın yığın umut uçuşması
ve bunlarla mutlu olmak
bunlara şükretmek
yoktan Var eden'i sevmek
apayrı bir mucize bebek..

sense,
bu mucizenin
en tatlı, en masum, en temiz, en hakiki delilisin ..

Aşk-ı Beka

*alış-veriş merkezinde gördüğüm tanımadığım bebek-baba ilişkisi üzerine yazılmıştır

12 Aralık 2009

Yukarı Bak !


Up- Yukarı Bak filmi, yukarı, daha yukarı bakmamız, hem gülmemiz, hem ağlamamız için yapılmış mükemmel bir animasyon filmi..
Son zamanlarda Wall-e'den sonra izlediğim en güzel animasyon..
Çocuklar için de bizler için de yüzde bir tebessüm kalpte bir iz..
Mutlaka izlenmeli..

19 Kasım 2009

Üşümek..

Beyazdı saçı sakalı..
Masmaviydi, buğuluydu, yaşla doluydu gözleri..
Üstünde kirlenmiş lacivert bir manto, başında kahverengi bir bere, ellerinde kağıtlar vardı..
Anlattı, ağladı..
Dua etti..
Ölmek istedi..
Ölmek için dua edilir miydi?..
O etti..
“Tek dileğim ölmek” dedi..
Yoksuldu, kimsesizdi..
Dışarıda hava soğuk mu soğuktu..
Gidecek yeri yoktu ki, ısınsın elleri..
Huzurevine başvurmuştu..
İki ay sonra belki yer açılır, alırız seni demmişlerdi..
Huzurevine bile girmek kolay değildi..

Bir de kansersin demişlerdi..
Ağzından gelen kanın sebebi bu demişlerdi..
Altmış yıldır gitmediği hastane kapısından,
Bunu işitmişti..
Ameliyat edemeyiz seni, masada kalırsın deyince,
Olsun, atayım imzamı, masada kalmaya razıyım,
Bu yarayla, kimsesiz, sokaklarda, soğukta kalmaktansa,
Razıyım, kalayım masada demişti..Ama ikna edememişti..

Kimsesiz, yoksul ve yaralı akciğeri birkaç ay daha nefes alsın diye uğraşmış didinmiş ve ilaç vermişlerdi..
Kimsesiz diye ilacın dozunu yükseltmemişlerdi..
Kimsesiz, gece vakti bir şey olur, kaldığı istasyonda üşüyerek kaldıramaz bu ilacı demişlerdi..

Ve ağlamıştı gözyaşları aksakalına karışarak..
Ölmek, demişti..
Vermedi Rabbim, bekliyorum..
Ölmek istiyorum demişti..

Soğuktu hava…Üşümüştük biz de..
Şikayet etmiştik...
Sahi, bizimki üşümek miydi?..
Hiç istemiş miydik ölmeyi?..
Hiç,
üşümüş müydü kalbimiz böylesi..?....

17 Kasım 2009

Çok bilinmeyen On hazine

Kur’an’da “O on geceye yemin olsun ki...” ifadeleriyle övülen ve üzerine yemin edilen Zilhicce ayının ilk on günü yarın yani 18 Kasım'da başlıyor.
Peygamberimiz a.s.m, bu günleri gündüzünü oruçla, gecesini ibadetle ihya edermiş..

10 ayrı hazine 10 ayrı gece bizi bekliyor.

Yeni bir fırsat kapısı, yeni bir bereket hayatımız için, tıpkı Ramazan gibi..
Öyle bir 10 gün ki bir gecesinin ihyası bir Kadir gecesi ihyası gibi ve bir günlük orucu bir yıl oruç tutmak gibi..
Rabbimiz bizi kendisine yaklaştırmak ve affetmek için sürekli fırsatlar tanıyor..
Bu günlerle ilgili Hadisler:

“Günlerden hiçbiri yoktur ki onlarda yapılan bir iş Zilhicce’nin ilk on gününde yapılan işten daha faziletli ve yüce, Allah’a daha sevgili olsun...” (Tirmizi, Savm, 52; Darimi, Savm, 52)

“Zilhiccenin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihya etmek de Kadir gecesini ihya etmeye bedeldir.” (Tirmizi, Savm, 52; İbn Mace, Sıyam, 39)

“Zilhiccenin ilk on gecesinde yapılan amel için, 700 misli sevap verilir.”

“Bu on günün hayrından mahrum olan kimseye yazıklar olsun! Bilhassa dokuzuncu (Arefe) günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez.”

“Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutana, her günü için bir yıllık oruç sevabı verilir.” (Tirmizi, Savm, 52)

“Allah indinde zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!” (Abd b. Humeyd, Müsned, 1/257) Tesbih, Sübhanallah; Tahmid, Elhamdülillah; Tehlil, Lâ ilâhe illallah; Tekbir ise Allahu ekber demektir.

Kurban Bayramı'na kadar olan bu on hazineyi değerlendirebiliriz dilerim.
Özellikle bayram namazı esnasında yer gök Rabbine niyazda ve kullukta iken edilen dualar çok makbul imiş..
Öyleyse hep beraber duaya !...

09 Ekim 2009

Şükür, neredeydi?...


Rosa de agua
Originally uploaded by ƒreg / Fernando Gregory

Şükür....
Ne zaman kaybettik seni biz?..Ve ne zaman bu kadar sitemkar, bu kadar hoşnutsuz olduk..
Yediğimizin içtiğimizin, gördüğümüzün, gezdiğimizin, işittiğimizin, hissettiğimizin, tattığımızın, tuttuğumuzun,
en mühimi,
aklımızın
ve sağlığımızın,
şükrünü ne zaman kaybettik biz?..

Biz şükrü kaybettik, stresle sardık bedenimizi..
Sinir sistemine yüklendik farkında olmadan..
ve ince ince ağlarla tüm vücudu kaplayan sinirler, organları ve hatta zihinleri hasta etti, geri dönüşümsüz hasarlar verdi..
Cilt ile sinir sistemi aynı kökenden yaratılmıştı, ciltten çıktı hastalıkların kimileri..
Evet, sinirdi, stresti, mutsuzluktu, hoşnutsuzluktu, karamsarlıktı, tatminsizlikti
ve şükürsüzlüktü hep şikayetlerimiz..
Dilimizden eksik etmediğimiz..

Ne ki, şikayetin ucu nereye gidiyordu, bilmediğimiz..
Şükrü bulsak yeniden, gelir mi mutluluğumuz, huzurumuz, kanaatkarlığımız, ruh ve beden sağlığımız??..

Neydi isteyip de alamadıklarımız??
Daha iyi bir ev mi, araba mı, giysiler mi, yiyecekler mi, turlar geziler mi?..
Başarı mı, övgü mü, itibar mı, kibir mi?..
Uğruna mesailerimizi, emeklerimizi, zihnimizi harcadıklarımız?..
Neydi sahi
"aradığımız"..

Aradığımız, aslında kaybettiğimiz "şükrümüz"dü..
Başka hiçbir şeyle dolmazdı içimizdeki boşluk ve hoşnutsuzluk..

Ama şükür yoktu ortalıkta,
ve içlerimiz
bomboştu..

Hayatlarımız, bir ucundan delinmiş çuvaldaki tanelerin boşalması gibi boşalıyordu..Boş bir çuvala dönüyordu..

Püff dese rüzgar; düşecek, yıkılacak bir çuval..

İman zedeleniyordu, hayat boşa sarf olunuyordu..

Her yerde bir kayıp esintisi, esip duruyordu...

Ama yaşlı bir teyze buldu onu..
Ekmek bulamadığı günlerde, onunla doydu..
Ölmekten değil, ölmemekten korktu..
Açlığa ve hastalığa sabretti..
İşte, tüm mesailerini dünyalık emeller, hırs ve ihtiyaçlar için sarf etmemişti,
çuvalında bir tanecik buğday yoktu belki..
Ama hepimizden büyük bir serveti vardı..

Şükür..

O şükür dedikçe ışıldadı gözleri...
O şükür dedikçe utandım gözlerimden..

Şükür.. dedim..
Neredeydi?..

25 Eylül 2009

Cennet Azığı

...
(Adem ile Havva)
Üç şey seçtiler cennetten çıkarmak için:
Bir: Kelimeler.
İki: Aşk.
Üç: Annelik duygusu

Kelimeleri Adem yanına aldı, annelik duygusunu taşımak Havva'ya kaldı.
Ama aşk çok ağırdı.
İkisinin de, aşkı tek başına taşıması mümkün olmayınca, ikisinin zembili de aşkı bir başına kaldıramayınca, bölüştüler yükü. Yarısını Adem sırtlandı, aşkın yarısı Havva'ya kaldı.
Öyle sert düştüler ki dünyaya, bu fenaya, Adem'in dizlerinin bağı çözüldü, ciğerleri yandı. Nutku tutuldu. Üçüncü defa, bildiği kelimelerin hepsini önce unuttu. Sonra bir kısmını hatırladıysa da o bir kısmını kıyamete değin unuttu.
Aşk? Daha yollarda sakin durmamıştı bir türlü. Kabına sığmamıştı. Bir yarısı yollarda kayboldu. Getirebildikleri ancak öbür yarısıydı.
O gün bu gün yeryüzü kelimeleri yetersiz, aşk bu dünyada kusurlu.
Annelik duygusu?
Havva'nın cennet duygusu.
Gönül evinde, kadın bedeninde, tastamam duruyordu.

NAZAN BEKİROĞLU- LA Sonsuzluk Hecesi

24 Eylül 2009

Yolculuk izleri


into the light
Originally uploaded by beeldmark
İstanbul-Ankara yolu...İzmit körfezi.. 15-20 dk'dır süren bir taşıt kuyruğu..Besbelli ileride bir kaza ya da bayram yoğunluğu.
Nazan Bekiroğlu- LA kitabını okuyorum.
Nasibime düşen; Adem ile Havvayı okuduğum uzun soluklu bir körfez yolculuğu..Körfezin ufkunda koyu gri dağlar, dağların ortasına inmiş bir sıra bulut..
Adem'in tevbesinden önce, kasvet, karanlık, boğucu bir görüntü vardı. Adem tevbe etti, affolundu, yüreğim onunla birlikte ferahnak oldu.
Ve Rabbim sanki emir gönderdi Mikail'e, iki bulut ayrıldı birbirinden, koyu griler arasında, yakmayan, latif bir ışık hüzmesi indi körfez boyuna..Şimdi kalbimin üstündeki koyu gri örtüleri sanki şu siyah kanatlı kuşlar alıp uçurdular. Yeniden tebessüm etti kalbim.
Adem ile birlikte tevbe etti.
Masumluğunu hatırladı, hatalarına rağmen.. Lutfetti Rabbim, denizini, dağını, bulutunu, grisini, mavisini, kuşlarının kanatlarını ağaçlarının koyu yeşilini gözbebeklerimin ucuna, oradan zihnime, oradan da bilinmeyen bir yolla kalbime iliştirdi. Subhanallah..Rabbim ne büyk ve ne güzelsin !

23 Eylül 2009

Bulutlara dikkat

Bir beldeyi, mahalleyi, sokağı, şehri tanımak mı istiyorsunuz; orayı mutlaka yaya dolaşmalısınız.
Aman acele etmeyin.
Yavaş!
Yavaş!
Bir binanın merdivenlerinde, bir ağaç gölgesinde, bir kaç masasını kapı önüne atmış bir çayevinin tahta sandalyelerinde oturup nefeslenin.
Etrafınızı dikkatle ve defalarca gözden geçirin. Kaldırımlara, bahçe duvarlarına, duvarlardan sarkan leylak dallarına, gelip geçen arabalara, insanlara, sokakta oynayan çocuklara, çatılara, kuşlara bakın.
Bulutları ihmal etmeyin.
GÖKYÜZÜNDEKİ HER BULUT DAKİKADA BİR BİZ ONA BAKALIM DİYE ŞEKİL DEĞİŞTİRİR.

..
Mustafa Kutlu, Tahir Sami Bey'in Özel Hayatı

14 Eylül 2009

Bir klasik, Kitap fuarı


Kitap ne engin bir deryadır, içine daldığınızda akla hayale sığmaz manzaralarla karşılaştığınız..Bir satırla nice hülyaya daldığınız, alemden aleme dolaştığınız..

Çocukluğumdan beri her yıl Ramazan ayında düzenlenen Kocatepe Kitap Fuarı'na giderken ayrı bir heyecan sarıyor beni. Kitaplara dokunmak, merak etmek, bir an önce okumak isteme heyecanı.. Bugün heybemizde toplananlardan bazıları:

ÇÖL/DENİZ Hz.Hatice - Sibel Eraslan (Siret-i Meryem'den sonra çok merak ettiğim bir kitap)
OTOYOL UYKUSU- Kemal Sayar (Psikiyatrist Dr.Kemal Sayar'ın hep denemelerini okumaya alışkındık, bu kez bir öykü kitabıyla karşıladı bizi, sevindim :)
HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR- Kemal Sayar
TAHİR SAMİ BEY'İN ÖZEL HAYATI- Mustafa Kutlu (Nicedir öykü okumuyorum, öykü deyince aklıma Mustafa Kutlu geliyor, bu kitabı da internette görmüş ve merak etmiştim, okumak için sabırsızlanıyorum)
HUZUR- Ahmet Hamdi Tanpınar (Türk Edebiyatı kitaplarına bakarken Huzur'un bu Dergah yayınlarından çıkan enfes kapaklı baskısını almadan edemedim)
KURAN'DA KİM KİMDİR? - Abdülkadir Süphandağı&Hüseyin Kerim Ece (Evs, Eykeliler, Feta, Mele', Azer ... kimdir?..Kur'anda geçen kavimler, kişiler, bir sözlük gibi alfabetik sırayla ayetler eşliğinde anlatılmış, çok güzel, her kitaplıkta bulunması gereken bir esere benziyor..)
KATRE-İ MATEM: İskender Pala
SU KASİDESİ: İskender Pala (Lise yıllarında edebiyat dersinde ders olarak işlediğimiz su kasidesini yeniden, İskender Pala diliyle okumak ..ne güzel:)
İKİ DİRHEM BİR ÇEKİRDEK: İskender Pala (Aile toplantımızda bilmediğimiz deyimler sözkonusu olmuş, yeğenim Feyzanurun Melek Çe adlı yazarın "Deyim mi Demeyim mi" kitabından bir kaç deyim okumuştuk, büyükler için deyimlerle ilgili bu kitap geldi aklıma, neden evimizde yok ki dedim :)
ARABA SEVDASI- Recaizade Mahmut Ekrem (Lisede edebiyat öğretmenimiz herbirimize bir edebiyatçı rolü vermişti, ben Recaizade Mahmut Ekrem olmuştum :) Hep ilk realist roman ilk realist roman der dururuz da, Araba Sevdasını okumuş muydum hatırlayamadım ve kitaplığıma antik türk klasikleri baskısını ekledim
ve eşimin aldığı bir kaç tarih kitabı ile bugünkü fuar turumuzu tamamladık..Ama heyecanı hala içimde :)

05 Eylül 2009

Cennet numuneleri

Bir hasta geldi, Sivas’ın bir dağ köyünden, Kızılırmak toprağın bağrından nerede kopuyorsa işte oradan..Bir ırmağın kundağı...Oksijenin, yeşilin, renk renk çiçeğin bol olduğu bir yerden.
Öyle bir anlattı ki, ben de soludum sanki o bol oksijenli havayı, sanki ruhum ferahladı bir solukla..
Beyninde tümör olan bir hastaydı, ayağında da aksaklık..Ama ruhu tüm bu sıkıntılarının muzdaripliğinden uzaktı…Köyün kendisine şifa olduğunu anlattı..
Telefonunun ekranından köyünde çektiği resimleri gösterdi, bir at ve yavrusu, biri beyaz, biri bakır rengi, peş peşe yeşillikler içinde koşuyorlardı..Demet demet çiçek resmi gösterdi, her gün çıkıp kırdan topladıklarından..
Her gün başka renkte demetler hazırlayıp evine getiriyordu..Ve söylediğine göre en az iki hafta canlı kalıyordu çiçekler..
O anlattı, ben de dedim; biz zehirleniyoruz bu büyük şehirlerde..
Hakikaten hava zehir gibi burada hocam dedi..
Ben de bir ah çektim derinden, acaba o ferah ortam, o tertemiz topraklar, ve o bol oksijenli havadan solumak ne zaman nasip olacak?.. Ömrümüzün bir kısmı geçebilecek mi öyle tecelli dolu mekanlarda..Öylesi Rabbin tecellilerine ayan, öylesi insanı Rabbe yaklaştıran…
Şu kalabalıktan ve zehirli dumanlı havadan bir gün kurtulacak mıyız ?..
Belki de yazımız bu şehirlerde yazılı, burada doğduk burada yaşayıp gideceğiz..
Ama insanın içini ferahlatan bir ümit var ki o da “cennet”..
Irmağın kaynağına kurulmuş köy, cennet nimetlerinin gölgelerinin gölgesi hükmünde olduğundan, “Cennet” diyorum.. Rabbim, bizleri cennetine kabul et !...
Amin
Amin
Amin…

foto: http://www.flickr.com/photos/moaan

29 Ağustos 2009

VESMEU/ dinle

Bir ayetin ilk kelimesi
Allahın hitabı
Eğer insan neyi dinlerse onu terennüm eder, onu yaşar
Nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir


VESMEU/dinle

Ayetinden sonra gelen emir: “itaat et”
Ve sonraki “kendi iyiliğiniz olarak harcayın”..
İfadeler çok ince
Kendi iyiliğinize, kendiniz için, kendi menfaatinize harcama yapın


Yani bir fakiri doyurduğumuzda, birinin sırtını örttüğümüzde, birine yardım eli uzattığımızda, bir sadaka bir zekat verdiğimizde; aslında biz başkasına değil, kendimize yardım, kendimize iyilik yapıyoruz demektir..

Bu iyilik hem dünyaya hem ahirete bakar.

Bir yardım ile hem yardım edilen kişi memnun olur, hem o kişinin memnuniyetinden veren kişi memnun olur, hem de her ikisinin memnuniyetinden Allah razı olur..
Dünyada yapılan bir iyilik dünyada da güzellik olarak döner bulur bizi, ahirette de kat kat mükafatı verilir.

Ayette “Dinle ve itaat et” diyor…
Tüm gün neyi dinlersek ona itaat ediyoruz..
Bütün gün..

Nefsin cimriliği ve hırsı, insana kaybettiren iki özellik..
Ama kim ikisinden de kendisini korursa, Allahın verdiği maldan başkasına yardım ederse işte insanın kurtuluşa ermesi muhtemeldir.
Hem bu dünyada hem ahirette..

İşitmeye ve itaat etmeye gelince, bütün gün ne dinlerse fark etmeden ona itaat eder insan.
Bütün gün şarkı dinlendiğinde, zihin onunla dolu olur, belki fark etmeden ona itaat edilir...Örnek “Beni yak, kendini yak her şeyi yak” gibi “Batsın bu dünya” gibi olumsuz cümleler beyine girdikçe beyni olumsuzluğa kodlar ve mutsuzluğa sürükler insanı…
İnsan işittiği bu olumsuzluklara itaat etmeye başlar..
Bütün gün yerli yersiz haberler dinlenip durursa onları tekrar eder durur zihin , bütün gün bu haberlerin kimi zaman olumsuzluğu kimi zaman öfkesiyle oturup kalkar hale gelir ..

İmanını, kalbini tefekkürle besleyen ve Allahın varlığını birliğini tasdik eden hoş şeyleri okuyup hoş sözleri olan ezgileri, muhabbetleri dinleyen kimse ise ona itaat eder, nefsinin cimriliğinden ve hırsından korunur..

Hülasa:

Ne demiştik:
Eğer insan neyi dinlerse onu terennüm eder, onu yaşar
Nasıl yaşarsa öyle ölür, nasıl ölürse öyle dirilir

VESMEU/dinle ile başlayan ayetin ışığıyla, dinlediklerimize daha çok dikkat edebilsek ne güzel olur…

*Bir radyo sohbetinden ilhamla
Foto: mehmedakif

14 Ağustos 2009



Kirlenmiş hava, kanadı kırık martılar, gürültü ve patırtılar, isyanlar, aldanışlar, yaralar, vefasızlıklar, yalanlar, vurdumduymazlıklar gri-siyah bir renk olup uçuşuyorken gökyüzünde; birden bir şey oldu..
Sertlikler yumuşadı, havaya oksijen, gönle ferahlık, simaya tebessüm, etrafa mutluluk doldu..
Bir şey oldu..
Tertemiz, tüm kirlerden, kirli sözlerden, hastalıklardan, kötülüklerden uzak, ipek gibi bir ten, yumuk yumuk gözler, pamuk pamuk yanaklar, ince ve narin bir beden, ince ince parmaklar, parmak uçlarında henüz hiç bıçak görmemiş tırnaklar, incecik saçlar..
Masum, pamuk gibi, ışık gibi bir Yusuf doğdu..
Melekler doldu odaya o gelince..Onu korudular, onu seyredenlere de inşirah serptiler..
Bir gün oldu,
Yusuf doğdu...
Mucizelerin Yaratıcısı Yusuf”a “ol” dedi..Yusuf “oldu”..
Ve geldi emanetçilerin kollarında dünyaya..
Hoş geldi Yusuf, şeref verdi, mutluluk ve huzur verdi..

İlk doğum günü kutlu olsun…


Aşk-ı Beka Teyzesi….:)

04 Ağustos 2009

Tedavi sadece ilaçla değil....

Sometimes it takes more than medication....

03 Ağustos 2009

Elif Şafak/AŞK

“Kainatın da tıpkı bizim gibi nazenin bir kalbi ve düzenli bir kalp atışı var. Seneler var ki nereye gidersem gideyim o sesi dinledim. Her bir insanı Yaradan’ın emaneti saklı bir cevher addedip, anlattıklarına kulak verdim.”..diyor Elif Şafak
Roman karakteri “Aziz”in kaleminden..

AŞK kitabı, Mevlana’nın Şems-i Tebrizi ile buluşmasından, değişimine, dönüşümüne ve sonrasına kadar pek çok şeyi eksen alarak, ilahi Aşk merkezli bir eksende, beşeri aşkı da es geçmeyerek dönüp duruyor semazen gibi..

2008 ile 1200’lü yıllar arasında zikzak çizerek gelip giden kelimeler, cümleler, kurgular bir bütün olarak düşünüldüğünde oldukça yerine oturmuş. Ancak, menkıbe dinlemeye alışkın bir kulak için çokça tekrardan oluşan, bilindik öyküleri bir kronolojik sırada sunan, ve Şems-i Tebrizi’nin adıyla yazılmış kuralları bir bir sıralayan cümleler gözlerinizin sayfadan sayfaya sıçramasına ve dikkat dağınıklığına neden olabiliyor.
Bir de Kırk Kural’ın “gerçek” bir kişiye atfedilmiş “kurgu” sözler olması hasebiyle Şems-i Tebrizi yerine romandaki kahraman Aziz Z. Zahara’ya atfedilmesi daha uygun olabilirdi.

Bunun dışında çok güzel cümleler kurulmuş kitapta, özlü sözler. Hatta bazen o kadar peş peşe geliyorlar ki, birini özümsemeden diğeriyle karşılaşıyorsunuz.
İlk 200 sayfada kitabı okurken sıkılmışken, sonraki 200 küsur sayfada Mevlana ile Şems arasındaki bağlantıyı bu kadar sade bir dille ve anlaşılır biçimde anlattığı için memnun kaldım. Mevlana’nın kabuğundan çıkmamış bir alimken tanıştığı Şems-i Tebrizi’nin kendisini nasıl değiştirip dönüştürdüğünü ve Mesnevi’nin nasıl “yazdırıldığı”nı gerçekten güzel bir üslupla anlatmıştı. Nasıl evrensel bir görüşe sahip olup tüm canlara kucak açacak bir hale geldiğini..

Lakin şuraya değinmeden geçemeyeceğim, post-modern bu romanın, 2008’de Amerikalı bir bayanın hayatından dem vuran bölümlerini yani Boston bölümlerini çıkardığımızda, geniş kitlelerin burun kıvıracağı bir “dini” esere dönüşebilecekken sadece sunumun değiştirilip böyle bir kurguya oturtulması ve böylesi bir tanıtımla şu anda 200 bini aşkın satması ilginç geliyor bana. İlginç ve bir o kadar sevindirici. Çünkü bugün, dini bir vecize duyduğunda yüzünü çeviren okuyucu kitleleri, yüzyıllardır dile ve gönle düşmüş hakikat nağmelerinden birkaç cümle olsun duymuş olacaklar. Gerçi yine de magazinperver toplumumuz bu kitaptaki onlarca hakikatli söz dururken, kitap hakkında ilk ve öncelikli olarak “Mevlana hemcinsine mi ilgi duyuyordu” gibi anlamsız, yersiz ve asla yakıştırılamayacak bir konuyu cımbızla çekip bu minvalde tartışmalar çıkarmaktan da geri durmuyordu. Sufi kaynaklı bir eserin totalinden edinilen sonuç bu muydu?..Bu kadar aşağı ve basit olabilir miydi?..Bu konuda Elif Şafak da kitapta önlemini almış aslında, Şems-i Tebrizi’nin dilinden “Babanla aramızdaki bağın derinliğini anlayamayanlara söyle, önce kendi zihinlerindeki kiri pası temizlesinler!” diye bir bölümde uzun bir açıklama koymuş..Ama demek ki bazıları kitabı sadece popüler diye, D&R’ın vitrininin yarısını kaplamış diye, ortamlarda herkes bu kitabı konuşuyor diye okuyor/okumuyor olmalı ki, rikkatlerini bu noktaya verememişler.

“Her kelam, her kulağa uymazmış”.. diyor yazar kitabında. Ne de güzel söylüyor. Bu kitaptaki her cümle de her kulağa uymamış olabilir, tabii benim de..

Ama şu bir gerçek ki, AŞK büyük kitlelere hitap edebilecek denli akıcı ve sade bir dille yazılmış, üzerinde emek harcanmış, Sufi öğretilerini değiştirmeden/yontmadan sunmuş ve uzun süre en çok okunanlar arasında kalmayı hak edecek bir kitap bana göre...

23 Temmuz 2009

Oh ve of arası bir plato

Hava sıcak,
Bazen hafif bir esinti..
Bazen terden ıslanan yüzüm..
Bazen soğuyan terime esen rüzgar..

Rüzgar, bir hastanenin polikliniğindeki doktor masasına attı beni..
Her gün yeni hastalarla ve eski hastaların kontrolleriyle ilgileniyorum..
Bazen üst üste bir çok hasta geliyor,Bazen durgun oluyor poliklinik..
Bazen gözlerimi kaldıramadan mırıl mırıl söylüyorum tahlil sonuçlarını,
Bazen gözlerimi hastanın gözlerinin taa içine uzatarak, sevinçle, ferah bir şekilde..
Kimi hasta bir "oh" çekerken, kimi de "off, of.." diyor..
"Oh.."lar ile "Off.."lar arasında bir yerde, bir elçi, bir hizmetkar, bir bekçi, bir hatırlatıcı niteliği görüyor doktor..
Şimdilerde rüzgar "Oh ve of arası bir plato" da esiyor benim için, ılık ılık...

..AŞK..


Aşkın bu dünyadan olmayan bir zamanda, bütün ruhların toplandığı mekanda, ruhun sözleştiği ve birbirini sevdiği tanışını bu dünyada hatırlaması olduğunu anlattı. "Ama" dedi biri "hesapta ruhun tanışını bu dünyada hiç bulamaması ona rastlayamaması var". diğeri "buldum zannedip de yanılmak var" diye ekledi. "Bulup da tanıyamamak var" dedi biri. "Ve ki bulup da onun tarafından hatırlanmamak var" diye tamamladı diğeri.."

dedi sevgili UÇURTMA! Nazan Bekiroğlu'nun Cam Irmağı Taş Gemi isimli kitabından alıntı yaptığımız yazıya..
teşekkürler UÇURTMA!

10 Haziran 2009

Gözyaşlarını Sevmek


I am Strong
Originally uploaded by BidWiya
YOLDA YÜRÜRKEN, ya da arabanızla ağaçların yanından geçerken etrafı kaplamış hanımeli kokularını duydunuz mu bugün?..
Gitmek istemeyen baharla, gelmek isteyen yazın paylaşamadığı rüzgarlar bugün olabildiğince dağıtıyordu bu mis gibi kokuları…
Bir de sapsarı bir dolunay vardı, henüz binalar arasından ayrılıp göğe yükselmemiş..
Dolunay burcu burcu hanımeli kokuyordu bugün..
Güneş tüm hararetiyle yanarken, uzaklardan kara bir bulut geliyor, birkaç damla yağmuru serpiştirip yeni açmış güllerin üzerine, geri gidiyordu.. Etraf serinliyor, çiçekler ışıldıyor ve sanki ferahlıyordu.. Gök ağlıyordu sanki ve bu hüzne güller, hanımelleri, menekşeler, leylaklar katılıyor da onlar da yapraklarının kenarından sarkıttıkları birer damla yaş ile katılıyorlardı…

Ağlamak, sessiz sedasız olduğunda nasıl ferahlatıyor, nasıl bir lütuf oluyordu.
Ağlamak, hüznün, bazen çaresizliğin, bazen muhtaçlığın, bazen hüsranın taşıp gözlerden akmasıyla aslında insanoğlunun acizliğinin bir tecellisi, bir resmi oluyordu..

Ağlıyordu insan..
Elinden bir şey gelmediğinde, çaresiz kaldığında, kalbinde bir sızı duyduğunda, incindiğinde, canı yandığında, merhamet duyguları kabardığında..
Ağlıyordu insan..

Ne çok ağlayan insan gördüm.. Ne çok incinen ruh.. Ne çok yorgun beden..
Ama ben, bu gözyaşlarını sevdim.. Çünkü benliğin eridiğini gördüm gözyaşlarında..
Çaresizlik ifadesiyle yücelen yüce ruhlar tanıdım..
Bencillik yoktu gözyaşlarında, kibir yoktu..Sadece usul usul akan bir ruh vardı..

Hiç ağlamayan, kalbi burkulmayan, ağlamaya ihtiyaç hissetmeyen katı kalplerdense, acizliği yaşayıp hüzünlenen ve aslında ağlayarak Rahmet’e kalbini açanları sevdim.

Başka bir branş var mıdır acaba bu kadar gözyaşına şahit olan?..
Yoksa doktorlar mıdır insanların en gizli acılarına ortak olan?...

Uzun tedavi süreci sonrası taburculuğunda ağlayan, aylar sonra kontrole geldiğinde hislenip ağlayan, bazen kimsesizliğinden, bazen yoksulluğundan ama hep “çaresizlikten” ağlayan insanlar..

İşte zahirde çok büyük üzüntünün müsebbibi olacak bu manzaraları, sürekli gülüp oynayan ve kendini hiç çaresiz hissetmeyen daha büyük insan topluluklarıyla kıyasladığımda, kalbime daha yakın, daha munis, daha aziz ve daha kıymetli görünüyor.

Çünkü tüm donanımlara, tüm nimetlere sahip bir şekilde yaşayıp tüketen insanların pek çoğu belki ihtiyaç duymayı ve nimeti vereni bilmiyor.. Nimeti Veren’e yönelip ondan gözyaşlarıyla bir şey istemiyor..Her şey zaten avuçlarında, öyle hissediyor..Sanki dünyaya hükmedebilir, kendini öyle güçlü sanıyor..

Oysa ne kadar güçsüz ve acizdir insan..Aldığı havadan, içtiği bir damla suya kadar nasıl da muhtaç… Hayal yetisinden hafızaya, konuşmadan işitmeye kadar bunca kabiliyete nasıl da ihtiyacı var.. İhtiyacı var, ama farkında değil, çünkü eksikliğini hissetmemiş henüz..

İşte şahit olduğum nice gözyaşı, hep kainatın gerçek Sahibi’ne iltica edilecek bir dua ile sonuçlanıyordu..Bir şeyler noksandı, ve Noksansız olandan talep edilecekti..
Acizdi, Aciz Olmayan’a yönelecekti o noktada insan..
İşte gözyaşı sessiz sedasız ve şekvasız aktığında bu nedenle pek kıymetli, pek güzeldi..

Hisseden, samimi bir kalbin işaretiydi..

Bunun için artık gözyaşlarını seviyorum..Artık gözyaşlarını akıtan hastalar gördüğümde, “sabır” diyorum..”Sabır, geçecek, sadece birazcık sabır”….

Evet, kolay değil sabretmek bazen, biliyorum..Ama zahmette rahmet var ve Cennette yüksek makamlara erişmek kolay olmasa gerek..Bu nedenle belki ahiretteki mekanı yüce olacak kimselere daha çok gözyaşı ve daha çok sabretme imkanı sunuluyor kim bilir..

Akan gözyaşları ve gözyaşlarına karışık dualar kim bilir sonsuzlukta nasıl bir hal alacak ve nasıl bir güzelliğe götürecek bir gün sahiplerini…

İşte bu yüzden,
Artık, gözyaşlarını ve gözü yaşlı olanları seviyorum..

© 2009 karakalem.net, Rabia Nazik Kaya

17 Mayıs 2009

Giderken Bana Bir Şeyler Söyle



Bundan dört beş yıl önce bizi sürükleyip götüren Aynalar Koridorunda Aşk kitabınının yazarı Mustafa Ulusoy'un son kitabını bitirdim bugün. İnsanın Temel Acıları üçlemesinin ikincisi olan bu kitap, birincisi kadar etkileyiciydi. Yine de ben belki de zaman ve mekanın verdiği etkiyle Aynalar Koridorunda Aşk'tan

daha fazla etkilenmiştim.
Her iki kitabı da tavsiye ediyor ve ikinci kitap olan "Giderken Bana Bir Şeyler Söyle" kitabından altını çizdiğim bir kaç bölümü burada paylaşmak istiyorum.




“Hiç kimsenin bilmediği büyük bir aşk mı, herkesin bildiği küçük bir aşk mı tercih edilir?” diye sordu kendine. “Ne fark eder ki” dedi sonra, “ister küçük ister büyük olsun, her aşkın üzerine ölümün gölgesi düşmüyor mu? Hepimiz ölünce içimizde taşıdığımız kendimize ve başkalarına ait öykülerle birlikte gitmiyor muyuz?”
Ne aşkın peşindeydi insan, ne de öykünün. Kalıcı bir öykünün, sonsuza dek sürecek bir öykünün, mezar taşlarının altında kalmayacak bir öykünün peşindeydi. Unutulmayı, hele sonsuz unutulmayı hayal etmek bile tir tir titremesine, alnında soğuk terler dökmesine yetiyordu.
Turuncu öyküsünü anlatırken, Dr. Mavi, “Ben buna büyük suskunluk adını veriyorum. İnsanlar, en gereksiz şeyleri konuşmaya çok hevesli olmalarına rağmen, sıra ölüme gelince büyük bir suskunluğa bürünüyorlar..”

***

İyi şeyleri kendimize mal edip, bunlardan narsistik haz almak ama kötü görünen olayları Yaratıcı’ya mal edip sorumluluklarımızdan kaçınmak adil bir tutum gibi gelmiyor bana..
***
Kendini neden sımsıkı tutuyorsun, neden bırakmıyorsun? Elin bile uzun süre sıksan ağrır, güçsüzleşir. Yıllarca sıkı sıkıya tuttun duygularını. ….

***
Temel bir şartı vardı Yaratıcı’nın. Yanlış eyleminizin yanlış olduğunu ifade edin, pişmanlık duyun. Ve güzel eylemlerde bulunun.
***

Ve daha nice altını çizdiğim satır Mustafa Ulusoy’un son kitabından.

Mutlaka her iki kitap da tecrübe edilmeli diye düşünüyorum.

08 Mayıs 2009

Dumanı üzerinde, ölümün üzerinde …


Mini blue
Originally uploaded by SezzRS


Bir sigara düştü yere, dumanı üzerinde, gri beton yere..
Bir doktor gördü bunu ve üzüntüyle baktı sigarayı arabasının camından atan gence..

Az evvel hastane binasından çıkmış az evvel, akciğer kanseri bir hastasını yitirmişti..

Akciğerde kalmamış bir kanserdi bu..Beyin, kemikler ve neredeyse tüm vücuda yayılmıştı.

“Çok çalışkan bir adamdı” dedi karısı ve ekledi “bir de sigara içmeseydi”…
Henüz vefat gerçekleşmemişti bu diyalog kurulduğunda.
Ancak ölüm kendini hissettirmeye başlamıştı..

Ve bu diyalogdan iki saat sonra, hasta son nefesini verdi..Akciğerinden hırıltılı seslerdi en son duyduğu doktorun..

Doktor, henüz soğumamış bedenine dokundu, boyundaki ana atardamarda tık yoktu..
Bileğine baktı, evet, artık kalbi atmıyordu..EKG cihazı düz çizgi çiziyordu..

Üzülmedi doktor, üzülmedi yakınları..
Belki çok çekmemesi, makinelere mahkum olmaması bir nebze yatıştırmıştı herkesi..
Ya da ölüm yakışmıştı bu hastalığa..Ya da bu hastalığa ölümden başka yakıştırılacak bir şey bulunamamıştı..

Ama sigara, genç adamın arabasının camından attığı ve doktorun ayaklarının önüne düşen dumanı üzerinde sigara gitmiyordu gözlerinin önünden..

İnsanların neden sigara içtiğini hala ama hala çözememişti..Ölümün üzerini kaplayan bu gri dumanla nasıl kendilerini öldürebiliyorlardı bilmeden böylesine…Bir de yakınlarını tabii…

Düşündü içten içten doktor..Yıllardır ölen hastayla birlikte aynı odada o sigara dumanını çeken yaşlı teyzeyi, teyzeye “sen de akciğerlerini sık sık kontrol ettirmelisin” dediğini ve babasının ölüsünü görmek isteyip istemediğini soran hastabakıcıya, “gerek yok, topla gitsin” diyen oğlunu, ölümün nasıl ilk defa içini acıtmadığını belki doğal karşıladığını bu kez..Düşündü…Çok tanımadığı bir hastaydı, henüz yataklı servise yeni yatırılmıştı ve ölüm hızlı gelmişti bu kez..Uzun dönem hastanede yatan hastalarıyla arasında farklı bir bağ kurulurdu..Ancak bu hastayı henüz tanıyamamıştı bile..
Hasta kötüleşmeye başladığında, eşini odaya çağırıp, usulca “her an her şeye hazırlıklı olmalıyız” demişti ve öylesine metin bir şekilde nasıl söylediğine sonra kendisi de şaşırmıştı..
“Ölüm haktır, ve bir gün bir şekilde gelecek..Burada, ya da evinizde, bir gün gerçekleşecekti ve muhtemelen şimdi gerçekleşmek üzere..Üzülmeyin, kanser zaten tüm bedenine yayılmıştı, yani bedeni artık dünyadan ayrılmak isteyen ruhunu taşıyamayacaktı..” manasında bir şeyler söylemişti..

Vefat gerçekleştikten sonra da, “Çekmeden ve çektirmeden gitti teyzeciğim. …Aylarca yıllarca makinelere bağlı bir şekilde yaşaması hiç kimse için kolay olmayacaktı..Ne mutlu ki çok acı çekmeden gitti…” gibi bir şeyler..

Merdivenlerden inerken, yan yataktaki hastanın munis yüzlü eşini gördü..
Elinde küçük bir Kuran, pencereden aşağıdaki ölen hastanın yakınlarına bakarak, mırıl mırıl dua ediyordu..
Nasıl bir hissiyat içindeydi kim bilir. Belki kendi eşini düşünüyordu, bir yandan da ona dua ediyordu..Çünkü yan yataktan giden can, bir gün diğer bir yataktan da gidecekti elbet..

Bahar serinliği esti..
Düşünceler de mor yapraklar gibi savrulup gitti..
Mor yapraklı sarmaşık biraz daha büyümüş ve etrafa biraz daha yaprakları saçılmıştı..
Henüz ölmemiş olanlar için, büyüleyici bir gök, çiçeklerin rahatlatan kokusu, yaprakların taze yeşilliği vardı hastanenin dışında..

Doktor derin bir nefes aldı..Bir kaç çiçek yaprağını aldı eline..Dalda asılı olanların resmini çekti ve yere düşenlerin de…

Ve hayat, her şeye rağmen, her şeyle birlikte devam etti..
Doktor da çiçekli sarmaşığın altında biraz daha vakit geçirip evine gitti..

07 Mayıs 2009

Kıştan Bahara, Kusurdan Kusursuza…


Purple poppy edit
Originally uploaded by drawn_onward07
Rabia Nazik Kaya

BİR BELDEYE taşınmak, bir beldeyi tanımak bir kış mevsiminde..Havanın kapalı, ağaçların çıplak olduğu bir dönemde..Soğuk, sessiz ve ıssız günlerde..Nasıl da bir tedirginlik oluşturur insanın kalbinde..

Toprak, bağrında taşıdığı tohumları sımsıkı tutmakta ve hiç renk vermemektedir.

Göğün griliği, maviyi zapt etmiş göstermemekte ve börtü böcek, çekildikleri kabuklarında beklemektedir..

Birkaç ay geçer böylece…

Ve bahar gelir usulca…Önce minik minik yapraklarla ve pembe-beyaz çiçeklerle..

Her gün geçtiğiniz soğuk ve karanlık yol, yeşil bir örtüye bürünür sonra..

Kışta ölü gibi görünen ağaç dallarının ne kadar yükseğe uzandığını, yemyeşil yapraklar büyüyünce anlarsınız..Bir çalılığa benzeyen sarmaşık dallarının pembe-mor çiçeklerden oluştuğunu görünce hayret edersiniz..

Ve toprağın sonunda salıverdiği menekşeleri fark edersiniz renk renk..

Güneş artık daha sık uğramaya başlamıştır bu beldeye. Mavi saklandığı yerden çıkar, yer gök rengarenk bir şölen havasına bürünür adeta..


Oysa buralar griydi,
soğuktu,
sessizdi,
renksizdi,
ıssızdı ilk tanıştığınız zaman…

Şimdiyse nasıl değiş(tiril)di !....

devamı: http://www.karakalem.net/?article=3629

19 Nisan 2009


Les Choristes- Koro
2004 yapımı bir Fransız filmi olan Les Choristes, izlenmeye değer bir film gerçekten. 1949 yılında, yatılı bir okuldaki afacanlardan kurulan koroyu anlatan film Ölü Ozanlar Derneği'ni anımsatıyor.
Gülümseten ve hüzünlendiren karelerle dolu..
Hayattaki farklı farklı afacan sesleri biraraya getirip, eğitip bir koro haline getirebilmek ne büyük bir sanat.
Hangi filmi izlesem diye düşünenler için bir tavsiye niteliğinde eklemek istedim..
Mutlu günler !...

12 Nisan 2009

bahardalı...


bahardalı...
Originally uploaded by aşk-ı beka
bahar dallarına bürünmüş ağacın altında, fotoğraf makinesine acemi dokunuşlarım, ayarını yapamadığım kareler derken, nihayet bir tanesini odaklayabildim..
öyle ince ayarlar yapmalı ki bu ince sanatı gösterebilsin objektif..
öyle güzel yaratılmış ki..
ne güzel, yine tüm renkleriyle geldi bahar :)

fotoğraf: aşk-ı beka
dikmen vadisi ankara
12 nisan 2009

08 Nisan 2009

Do you ever notice the little things, the small moments, the details in life?

Ayrıntılar keşfetmek..
Bugün etrafa çok yüzeysel bakmaya başladığımı fark ettim ve bir müddet ayrıntıcılık oynamaya karar verdim :) Hastanedeki lavabonun musluğu damlatıyordu ve damlanın biriktiği yerde ve düştüğü yerde pas lekeleri vardı mesela..
Bir de içtiğim koyu çay dilimde garip bir his bırakıyordu..
Genç bir arkadaşımın perçeminde ak düşmüş bir saç vardı...

Ne dersiniz oynayalım mı bu oyunu bir süre..
Sizin etrafta fark ettiğiniz ayrıntılar neler?..
Bu ayrıntılar sizi mutlu mu edecek mutsuz mu ya da düşündürecek mi?...
Yorumlarınızı bekliyorum

31 Mart 2009

KeLiMeLeR


Nicedir yalınlaşmış, yalnızlaşmış kelimelerim usta kalemlerin kelimelerine hayranlıkla bakıyor uzaktan ;) Şimdi biraz kelimeleri hatırlayalım...
Beynimizin kabuğu nispetindeki “korteks”te[1] biriken biriken biriken o binlerce kelime, nasıl oluyor da birbiriyle ilintili yollardan akıp gidiyor, birbirini buluyor, birbiriyle kaynaşıyor ama karışmıyor.. Bu, acı ve tatlı suların birbirine karışmadan akıp gitmesini sağlayan yüce Yaratıcı’nın yüce bir takdiri…Korteksimize yüklediği nice yetenek..Ama en derini, en olağanüstü olanı ve en şaşırtıcısı da kelimelerde saklı olmalı..
Hangi kelime ne zaman yüklem, ne zaman tümleç, ne zaman özne olacağını hiç düşünmeden motor kortekse gidip, kaslarla bir ses şeklinde dışarı çıkıyorken, bazen de işte şimdi olduğu gibi el kaslarını koordine eden korteks tarafından yazı olarak dökülüyor..
Beyinde birbiri arasında bağlantı olan bölümler vardır…Ufacık bir tümör ile bu yollardan biri kesilse, abuk subuk sözler çıkmaya başlar dudaklardan…Ya da azıcık bir iskemi olsa, dizartri [2]gibi kekelemeler olur, logore[3] gibi kelime kusmaları olur…Bazen sadece motor korteks haraplanır da, kelimeleri mantıklı bir şekilde bir araya getiren beyin bölgesi sağlam olmasına rağmen, doğru içerik yanlış söz parçalarına dönüşür ve laf salatasından başka bir şey olmaz..

Ne büyük mucize tüm yolakların düzenli bir şekilde çalışıyor olması ve milisaniyelerden de küçük zaman dilimlerinde tüm bu motorsal sinirsel işlemlerin gerçekleştirilmesi..
Ah kelimeler, şimdilerde yalınlaştırdığım, yalnızlaştırdığım kelimelerim..
Gün be gün nice dimağdan eksilen kelimeler..
Eksilen hisler ve düşünceler..
Çünkü ne çok hissediyorsa ve ne çok düşünüyorsa insan, o kadar çok kelimeyi geçirir korteks yolaklarından..

Düzgünce, ahenklice, nazikçe, edeplice… Sadece korteksi değil, süperegosu[4] da sağlam olan insanların ancak böyle olabilir kelimeleri… Edepten kuşatılmış bir tatlı sınır ile, sevgiyle kuşatılmış renkli öğeler ile, bilgiyle aydınlanmış bir dimağın akıllıca tavırları ile bezenmiş kelimeler..
Kelimeler ki, sahibinin dağarcığının, geçmişinin, kalbinin izlerini taşıyan, onları geleceğe taşıyan, ve yazıldığında onları unutulmaz kılan kelimeler..

[1] Korteks (cortex): Beynin en önemli fonksiyonlarının bulunduğu beyin bölgesi, bilinçle yapılan hareketlerin ve düşüncelerin kontrol edildiği bölgesi
[2] Dizartri: Tıpta beyincik hasarının neden olduğu peltek konuşma, kelimeleri tam olarak çıkaramama
[3] Logore: Aşırı ve hızlı hızlı konuşma, söz ishali
[4] Süperego: Süperego, ego ve id'i kontrol eden karakter bölümü. id isteğin hemen olmasını ister, ego gerekli şartların yerine getirildiğinde o isteğe ulaşılacığını belirtir, süperego ise hem id'i hem egoyu belli bir süre idare ederek, yapılacak davranışın toplumsal şartlara, ahlak vs. gibi şeylere uygunluğu belirler, ona göre hareket sağlanır.

26 Mart 2009

....


Evanescent
Originally uploaded by vortex_bits
Güneş ve yağmur çok iyi anlaşamazlar hani..Biri çıkınca ortaya, diğeri kaçar, saklanır.. Ama nadiren de olsa bazen buluşup gökyüzünde eşsiz görüntüler sergilerler..
Yağmur taneleri, gün ışığında ışıl ışıl iner yere..Değdiği her yeri de ışıldatırlar..
Bugün öyle bir gündü işte..
Tıpkı ölüm ve yaşamın barışması gibi, yağmur da güneşle barışmış ve başını göğe yöneltebilecek kadar sıkıntısız, ferah olan insanlar için bir bahar şenliği oluşturmuştu..Ama bazıları için değil..
Ölü gibi görünen ağaçların canlandırıldığı bugünlerde, birileri de hayat sınavını tamamlayıp, hepimizin çıkacağı yolculuğa çıkıyorlardı..
Ayrılık elim ya, sevdikleri için bahar; kış, gün; gece oluyordu..
Ne mevsim, ne gün ve ne de güneş ilgilendiriyordu onları...

İşte bugün, 36 yaşında bir hastanın yakınları, bahardan, yağmurdan, güneşten bihaber koşturuyorlardı..
Ne var ki bazılarının dünyadan ayrılışı ansızın olurken, bazıları da dikenli bir tele takılmış bir örtüyü söküp alır gibi acıtarak gidiyor buralardan..

Ama ölüm, acıları sonlandıran bir kurtuluş oluyor bazen..
Öyle acılar var ki şahit olduğum, bazen içimden Allah acılarından kurtarsın ve ölümü ona kurtuluş etsin diyorum..

Hangi zaman, hangimizin ne şekilde bir ölümle karşılaşacağımız sadece Yaratan'ın bilgisinde.
Bugün sabah bir kabus görmüştüm..Arabamızı haydutlar durduruyor ve elinde bıçak olan bir tanesi beni kovalıyordu...Koştum koştum koştum....uyandım...hala kalbim hızla çarpıyordu..
Bir gün böyle bir şeyle karşılaşmayacağım ne malumdu?..
Rabbime sığındım ve verdiği emniyet için şükrettim..
Ölümü hissettim..

Ki, belki de hissettirmeden gelecek bir gün..
Ya da en derinden hissettirerek..


Keşke korkmadan da, ölümle yüzleşmeden de hissedip hatırlayabilsek ::


''Sağlık ve boş vakit insanlardan pek çoğunun bunlardan faydalanmak hususnda aldandıkları iki büyük nimettir'' Buhari...

ve bittiğinde hayatımız, pişman olmayacak şekilde yaşayabilsek..

İnşallah...

Selam ve sevgilerimle....

19 Mart 2009

Deniz altındaki volkan patladı, Pasifik'te bir ada böyle doğdu

Evet, haberlerde pek çoğumuzun şahit olduğu bu manzara tüyler ürpertici aslında..

Denizin altında, yani ki, yangın söndürmede kullandığımız "su"yun kilometrelerce altında bir volkan harekete geçti.

Dünyanın merkezinin aslında bir ateş topu olduğunu yeniden hatırlattı..
Yani güvenle bastığımız "yer"in aslında hiç de sağlam olmadığını..
Tıpkı uzay boşluğunda bir yere tutunmadan dönüp duran dünyada, bu dönüşü hissetmeden, fark etmeden yaşadığımızı unuttuğumuz gibi, yerin altında da ne büyük hengame olduğunu unuttuk. Unuttuk ve güvenle, kibirle bastık ayaklarımızı yere..
Bugün, neyle içli dışlıyız en çok?..Bugün, neye ve kime bağlıyız en fazla?..
Bir volkan patlayıverse ayaklarımızın altında, neye sarılırız en çok?..Nereye kaçar, nereye sığınır ve kimden yardım isteriz çaresizce?...

Bugün, emniyet altında yaşamamızı kime borçluysak,
İşte ancak O'na sığınabiliriz öyle dehşetli bir günde..

Öyleyse, emniyeti elinde tutan Rabbimize sığınalım bugün de, her gün de...

06 Mart 2009

Durogesic transdermal flaster...


Dün, asistanlığa ilk başladığım günlerde taburcu ettiğimiz bir hasta yakını geldi.

Hasta çok sıkıntılı, son dönemlerini yaşayan bir hastaydı ve taburcu ederken de her şeye hazırlıklı olmalarını tembih ederek ailesini bilgilendirmiştik.
Taburcu ettikten yaklaşık 10 gün sonra hastanın eşi ilaç yazdırmaya gelmişti, yazmıştık.
Aradan neredeyse bir buçuk ay geçti.
Hasta ilaç yazdırmaya geldiği esnada eşi evde son nefesini vermiş. Allah rahmet eylesin.
8 aylık hastalık süresince hep yanında olan, çevresinde pervane gibi dönüp koşuşturan, kah kan verdirmek için 5 kişi bulup saatlerce çırpınan eşi, son nefesinde yanında olamamış.
En çok üzüldüğü de bu olmuş eşinin..

İmkanlar dairesinde insan elinden geleni yaptıktan sonra, kaderde tarihi belli olan ölümün önüne hiçbir şey geçemez.

Ama bugün, ama yarın, ama acıyla, ama ferahça gelip bulacak herbirimizi ölüm..

Takdir böyle ve sırası gelen gidiyor. Ölüm haktır, sadece ayrılık elem veriyor geride kalanlara.

Ama "Kişi sevdiği ile beraberdir" demiş peygamberimiz..
Birbirini sevenler, birbiri gibi yaşayanlardır ziyadesiyle..Birbiriyle hayatı paylaştıkları gibi, ahireti de paylaşacaklardır belki de..

İşte K.İ'nin de sırası gelmiş ve gözleri yaşlı, kalbi metin, fedakar eşinden ayrılarak kabirde yerini almıştı. O can verirken, eşi hala bir ümitle hastanede ilaç yazdırmakla uğraşıyordu.

O gün eşinin hastaneye gelip yazdırdığı; zor temin edilen, oldukça pahalı ilaçlar, daha kutusu açılmamış bir şekilde elindeydi dün..
" Eşim vefat etti, onun hayrına bu ilaçları almaya gücü olmayan hastalara verir misiniz" diye gelmişti...

İşte o ilaçlar narkotik ağrı kesici olan Durogesic transdermal flasterlerdi..


Allah rahmet eylesin..
Ve bu ilaçla başka hastaların ağrısı dinsin inşallah..

Amin


02 Mart 2009

Oscar'ı hak eden iki film



Bu yıl Oscar ödüllerinde birbiriyle yarışan iki film; Slumdog Millionaire ve The Curious Case of Benjamin Button
İkisi de Oscar ödüllerinden payına düşeni aldı ve bence ikisi de çok başarılı filmlerdi.
Uzun süredir sinema dünyasını takip etmeyen biri olarak benim çok ilgimi çekti.
Benjamin Button'un Tuhaf hikayesi de (B.B), Slumdog Millionaire (S.M) de aslında içinde "kader" konusunu barındıran filmler bence.
B.B ,Scott F. Fitsgerald'ın kaleme aldığı öyküden uyarlanan bir film ama aslında kitaptan çok daha farklı. Ve filmde kitapta değinildiğinden daha çok kaderden bahsediliyor. Okuduğum eleştirilerde kitabının daha güzel olduğunu söyleyenler vardı ama okuduktan sonra ben kesinlikle filmin daha güzel olduğunu düşünüyorum..

İşte B.B'den bir replik:
''..Ama hayat, kimsenin kontrol edemediği, yaşamların ve olayların kesişiminden ibarettir... ''
Bir sahnede, küçücük ayrıntıların kaderimizde nasıl bir yeri olduğunu ve bütün bir hayatı nasıl değiştirdiğini gösteren çarpıcı görüntüler var.
Ve yaşlı bir bedenle doğup sürekli gençleşen B.B. aslında genç doğup yaşlananlardan çok da farklı değil. Öyle ya da böyle hayat akıp gidiyor. Aynı acılar, aynı kaybedişler, aynı mutluluklar.
Hayat kazanmak ve kaybetmekle dolu her iki şekilde de. Ama dünyadan sonra gerçek hayatın başlayacağına inananlar için kazanmak da kaybetmek de anlamlı..Çünkü manalandırılmış ve doğru niyetle yapılmış her şey aslında sonsuza gidiyor..
.. Oscar Ödüllerinde B.B'den daha başarılı olan Slumdog Millionaire'e gelince, Hindistan'ın arka sokaklarını çok başarılı bir şekilde yansıtan, hareketli, güzel bir film.

Özellikle karakterlerin çocukluk halleri çok tatlı..Tren üstünde koşturmacalar, arka sokakta kötü adamlardan kaçmalar, Tac Mahal'de turist rehberliği yapmalar..Alışageldiğimiz sinema görüntülerinden çok daha renkli ..
Ve filmin özünde yine "kader" var..
Kadere inanmayanlara saçma gelecektir belki filmin teması ama, hayatımızda gördüğümüz yaşadığımız her şeyin bir yerlerde karşımıza çıkabilecek olması hepimiz için gizli ama önemli bir gerçek bence.

Ve o varoş sokaklarda koşan eli yüzü kirlenmiş çocukları, barındıkları yerleri gördüğümüzde neden Hindistan'da Enfeksiyondan ölen bu kadar çocuk olduğunu, AIDS vb hastalıkların neden bu kadar yaygın olduğunu daha iyi anlayabiliyoruz..Halimize şükrediyoruz..
Ne kadar zenginiz aslında, ne çok imkanlarla donatılmışız..


Bir defa daha fark ediyoruz..






28 Şubat 2009

Hastayı USG'ye gönderdik, 43x14 mm bir nekroze LAP ile uyumlu bir bulgu geldi.(Kulağa iyi bir şey gibi geliyor en azından kansere göre) Ama hastanın lezyonları ortasında nekroz içeren nodüler yapılar olduğu için, bu iyi huylu bir LAP'tan çok sağdaki hastalığın sol tarafa yayıldığını gösteriyordu.
Genel Cerrahi'ye danıştık, biyopsi için ameliyat listesine aldılar ancak,
sağ tarafının acısını henüz kaldıramayan hasta, sağlam zannettiği sol tarafını da tabiri caizse "bıçak altına yatırmak" istemedi..
Sağ tarafı onun koltuk değneği misali dayanma noktası olmuştu..
Soluna yatamadığından, bir o taraf kalmıştı..
Operasyonu kabul etmedi, tedavisi bittiği için biz de Konya'da ilgili bir merkeze başvurmasını önererek taburcu ettik..

Bu hasta benim için başlangıçta çok zordu, daha önceki yazılarımda belirtmiştim. Ama zahmette rahmet vardır.
İyileşmeyecek, kapanmayacak bir yara da olsa, birinin onunla ilgilenmesi, ona bakım yapması hastayı o kadar rahatlattı ki..
Etraftaki insanların etkisi altında kalıyoruz çoğu zaman..
Hasta ilk geldiğinde herkesin tepkisi, "bu hasta niye geldi ki, nasıl uğraşacağız şimdi, zaten bi fayda göreceği yok, aaa yine mi o hasta"
gibi şeylerdi.
Ben de etrafın etkisiyle bir olumsuzluğa kapılıp, hastaya hiçbir faydamın olamayacağı düşüncesindeydim..
Ama öyle değildi işte..
Son dönem hastası bile olsa,
Bir saat sonra ölecek bile olsa,
Birine şefkat göstermek, birazcık ilgi göstermek,
Birazcık yarasına merhem olmaya çalışmak dahi, o hasta için tahminimizden çok daha kıymetliymiş..
Bunu çok iyi anladım..
Ve bundan sonra etrafımdaki diğer doktorların yorumu ne olursa olsun,
Hastaya kendi penceremden bakmaya çalışacağım..
Çünkü anladım ki, herkesin doktor olma amacı aynı değil.
Herkesin, hayata bakış açısı, insana verdiği değer ve sevgi aynı değil...

Bu eminim sadece bizim mesleğimiz için geçerli değildir..
Bir çok insan yaşadığı kişilerin tesirinde kalıyor ve sürüp giden düzene "den den " işareti olmaya devam ediyordur.
Örneğin başarısız denilen bir öğrenciyi tüm öğretmenler aynı önyargıyla görüyor olabilir..Bu nedenle belki kimse farklı yönlerini görmüyor, kimse ona yardım etmiyordur..
Ne bileyim..
Dilerim siz değerli okurlar, biz, hepimiz yani
Hissetmeyi, yaşamayı, sevmeyi atlamayız..
Ve bulunduğumuz ortamın olumsuz tesirleri altında kalmayız.

Sevgiyle..
Rabbim Tüm hastalara şifa versin
Amin...

24 Şubat 2009

5. Pansuman,
Ben yaraya bakım yapmaya alıştım ama, hasta acıya alışamadı tabii ki ve
acı artmaya devam ediyor.. narkotik ağrı kesicilerle devam ediyoruz.
Bugün yine yarada bir iyileşme emaresi olmadığı gibi, vücudun karşı tarafında elime
bir başka kitle geldi. . Ultrasonografi istedim..
Yarın çıkacak sonucu..İnşallah başka bir şeydir..

18 Şubat 2009

Bugün ikinci pansumandı.
Yine canı yandı hastanın, benim de tabii..Ama onunkinin belki binde biri..
Hocam, hiç kapanma ihtimali yok mu bu yaranın dedi,
Üzgünüm, gittikçe daha kötü oluyor, ne diyebilirim ki,
Enfekte bir cilt kanseri..

Bazı yaralar vardır, ancak birazcık küçülebilir
Ama maalesef tam olarak kapanmaz.
Ampute iki bacakla yaşayan
üstelik belden dezartikülasyon imkanı da kalmamış bir hastaya
bunu söyleyebilmek
acıtıyor içimi..

Yapabilecek şey,
Bol morfinli bir medikasyon,
ve yaksada canını,
steril bir pansuman..

Söyleyebilecek tek şey,
'Allah acılarınızı dindirsin'

17 Şubat 2009

Kapanmayan Yaralar

Hatırladığımda istemsiz bir şekilde sıçrıyorum..
Bugün pansumanını yaptığım yarayı...Oysa öğrenciliğimde ne yaralar görmüş, ne dikişler atmış ne ameliyatlara girmiştim..
Ama şimdi bu yara benim kanımı donduracak denli ürkütüyor..
Rabbim kimseye kapanmayan yaralar vermesin..
Pansumanı kaldırmakla birlikte kopup giden nekroze parçalarla birlikte hastanın inleyişi...kıvranışı...
Bunları yazma sebebim, hala aklımdan çıkmıyor olması
Hala hatırlayınca sıçrıyor olmam..Ve yarınki pansumanın nasıl olacağı kaygısı içimde..

Tekrar tek anlamlı söz olarak
Rabbim kimseye kapanmayan yara vermesin diyorum..
Ve henüz yarası olmayan tüm insanlığa da bu ibretler ile
Şükretmeyi, teşekkür etmeyi yaşatsın inşallah...

23 Ocak 2009

Zaman nedir?....


The Passage of Time
Originally uploaded by ToniVC
Dünya hareket ediyor, gün oluyor, gece oluyor, ay oluyor, yıl oluyor, "zaman" oluyor...
Atomun etrafındaki elektronlar hareket ediyor, "madde" oluyor..
Ve biz de hareket ediyoruz. İlk hareketimiz daha sadece bir hücreden ibaretken oluyor...
Dünyaya gelişimiz, maddeye bürünüşümüzle oluyor..
Ruh, maddeye büründüğünde bizim için "zaman" kavramı ortaya çıkıyor..İşte zaman, aslında "Tahavvülat-ı zerrat" ile yani;
maddenin özündeki o atomların dönüşü, o zerrelerin hareketiyle oluyor..
Biz de şu kainatta cismen ancak bierr zerreyiz ve bizim "zamanımız" da bizim harekatımız ile oluyor...
Küçümsediğimiz günlük hayatımız, çabuk ve hızla geçtiğini ifade ettiğimiz "zaman" aslında hem küçük, hem büyük..Hem hızlı, hem de bütünüyle düşününce bir tiyatro sahnesinde bir perde, bir oyunun sergilenişi gibi..Her kelimesi, dekoru, harekatı önemli..
Önemli ve hayatın -tabiri caizse- tek perdelik oyunun şeklini belirleyip sonsuzluğa "mahdut-sınırlı" bir imza atan..Sonsuz varlığını da o imza ile kazanacak olan zerrelerin hareketi işte "zaman" !...

Sınırsızlıktan gelip sonsuzluğa uzanan "dünyanın dışındaki" var oluş, bize sınırlı ve sayılabilir bir zamanda tanıttırılıyor..
Bu mahdutluktan, sonsuz bir semere, sonsuz bir rütbe alalım da, bu harekatımız bizler için bir terhis yeri olsun diye..Herkes sonsuzlukta gideceği yeri bu imtihan sahasında belirlesin diye..

Şu mahdut gözlerimiz, Rabbin "sınırsız" görmesini, şu mahdut-sınırlı zihnimiz, Yaratanın "sınırsız" bilgisini fark etsin ve bizde yerleştirilmiş olan nice sıfatın Yaratıcı'da nasıl olacağını hayal ettirsin, tanıttırsın, sevdirsin diye...
Çünkü her şey zıddı ile tanınırken -misal; siyah-beyazı, acı-tatlıyı, gece-gündüzü bildirdiği gibi - Rabbin zıddı olmadığından, ancak kıyas edilerek tanınabilirdi.
Azı görüp, çoğu düşünerek...
Yani acı çeken birine içi ürperdiğinde merhametin bir "zerre"sini tanıyan kalp, "Merhametlilire Merhametlisi"nin merhametinden ancak zerre kadar bir numune taşıdığını düşünse, şu mahdut hayatınında, hızla akıp giden zamanda, O'nu c.c. bir zerre olsun tanıyabilir..

İşte zaman, biz bir hücre iken bize ait oldu..
Ve bedenimizi yeryüzünde bırakıp öldüğümüzde zaman bizim için bitecek...
Yani sınırlı bir zamandan, "zamansızlığa" yolcu olacağız...
Yolculuğumuzu da dünyadaki "harekat"ımız belirleyecek aslında..

Mahdutluğumuza "Mahbubiyet" sığdırıp, sonsuza muhabbetle erişmek dileğiyle..
"Harekatımız" bereketli olsun efendim....

18 Ocak 2009

?


Greenwich - Question Mark
Originally uploaded by lesather
Zaman nedir?...

Zamanı farklı bir tanımlamayla düşünmeden önce siz değerli okurların düşüncelerinizi öğrenmek istiyorum..

Zaman nedir?....

13 Ocak 2009


Artık Filistin hakkında bir şeyler yazmak o kadar zor ki..Çünkü zulüm arttıkça kelimeler kifayetsiz kalıyor..Hele bugün fosfor bombaları hakkında duyduklarım..Dehşete düşürdü beni.
Ama iyi bir haber vardı; benimle birlikte yeni göreve başlayan bir arkadaşım, telefonda "Filistin için ne yapacağız?..Bağış yapabileceğimiz bir yer var mı?..Maaşımız yatacak ya..dedi"..Çok mutlu oldum..İlk maaş, ilk yardımı olacak ve inşallah daha nice yardımları olur..
Paylaşmanın zorlaştığı bu devirde, arkadaşımı gönülden tebrik ediyor, ve herkese teşvik olmasını diliyorum. Aşağıda da güvenli yardım gönderebileceğimiz iki derneğin bannerlarını ekliyorum.

06 Ocak 2009

Uzak...


Brilliant
Originally uploaded by ~jjjohn~
UZAK... ÇOK uzakta bir yerde, bir savaş olduğunda, birileri hayatını, birileri evlatlarını kaybederken, onların uzağında birileri de açar ellerini ve dua eder usulca.. bazen süzülen yaşlarla..
Hep, mesafe yakınlaştıkça şiddeti ve iştiyakı artar duaların..
Savaş Filistin'de değil de, güneydoğuda olmuş olsa örneğin; duanın, acının ve korkunun şiddeti artar...Savaş ilerlese içerilere doğru, iç anadoluda olsa mesela, yürekler çatlarcasına arttırır duayı..
Ve, bulunduğu şehirde patlasa bombalar insanların, dualar feryada döner, haykırırcasına ister insanlar Rablerinden isteyeceklerini...
Sonra savaş bir yakınlarına dokunsa; dua, günde bir saatten, yirmi dört saate kadar kaplar hayatlarını..
Ve savaş, kendilerine dokunsa, kim bilir ne acılar dağlanır yüreklerinde..Neye dönüşür feryatları, nasıl olur duaları, nasıl olur yaşamları...

İşte, zarar yakınlaştıkça insana, kalpte heyecan, kalpte yakarış, kalpte acı artıyor..
Uzaklarda olduğunda, yine yürekleri "cız" ettirse bile, öylece uçup gidiyor zaman içinde..

Ve ölüm, uzak olduğunda insana, korku da uzak, yakarış da, kulluk da, hesap kaygısı da..
Ama ölümcül bir hastalığa yakalandığında, ölümün yakınlaştığını hissettiğinde, korku artıyor, yakarış, kulluk ve hesap kaygısı artıyor..
"Ölümden dönme" tabiriyle, bir kaza atlatanlar, yahut, patlayan bir binada olmuş olmaktan kurtulanlar, ölümün teğet geçtiğini hissedenler, yine bir nebze korkuyor..bir nebze "yakarıyor"..Yaratıcısına biraz olsun daha yakın münacatlarda bulunuyor..

Ama sahil-i selamette emanet içinde yaşarken insan,
tüm bu ihtimalleri siliyor zihninden ve hayatından..
Ve uzak oluyor hepsi, uzak...
Dokunmayacak, gelmeyecek kadar uzak..
Bitmeyecek kadar uzun bir ömür..
Bitmeyecek kadar "sağlam" bir emniyet..
Hiç savaşı tatmayacakmışçasına büyük bir güven,
Hiç ölmeyecekmiş gibi, dünyayla can ciğer..

Bunun için.. Allah'ın elçisi'nin s.a.v hatırlatması ile
"Lezzetleri acılaştıran ölüm"ü sık sık anımsamak gerek..
Acılaştırdığını bile bile lezzetleri, keyifleri, tatlı sohbetleri ve eğlenceleri,
sık sık, hatırlamak gerek..
Çünkü ölüm meleği geldiğinde bir kaçış olmayacak..

Çünkü o "uzak"lar bir gün, yakın, ama çok yakın olacak..
Her canlı ölümü tadacak..
Geriye sadece, bırakılan yad-ı cemiller kalacak..
Sadece, Yaratıcımızın rızasını gözeterek yaptıklarımız..

Hiçbir günün garantisi yok..
Hiçbir bedenin,
Hiçbir toprağın,
Hiçbir ülkenin...

Öyleyse henüz ölmemişken
Ülkemizin su ve elektirik şebekeleri bombalanmamışken,
Yaratıcımızın "razı" olacağı şekilde yaşamak neden bu kadar uzak?...

"Ey insan, nedir seni Rabbinden uzaklaştıran?..." (İnfitar suresi)
Bu hitap, bu kadar yakınken,
Neden "zor" geliyor Yaratıcımızın kurallarına uymak..
Ve bir genci namaz kılarken gördüğünde "Maşallah" diyen teyzeler
Neden şaşırıyorlar "Allah'ın kurallarına uymaya çalışan" birini gördüklerinde de, neden kimse şaşırmıyor, namaz kılınmadığına?..
Hem de emir bu kadar açıkken Kur'an'da,
Hem de dinin direğiyken,
Hem de tüm ibadetlerin ve hayatın özü, anlamı iken..
..
Neydi uzaklaştıran Yaratan'ın kullarını Yaratan'dan...
.....

Çünkü..uzak..çok uzak düştük O'nun hitabına, O'nun kitabına...
Gündemimizi basit ve önemsiz şeyler öylesine kapladı ki,
Yer kalmadı tüm bunlara..
...
Yaratıcımız, aslında "uzak" olmayan,
ama "uzakta" görülen kardeşlerimizin
ve yakın,
en yakındaki bizlerin yardımcısı olsun...
Amin....

Rabia Nazik Kaya

http://1111.karakalem.net

05 Ocak 2009

Hastane yeniden..

Evet, aylar sonra, altı yıldır gelip gittiğim hastanenin önünden teğet geçerek, yeni hastaneme doğru yol aldım bu sabah...
Aylardır hastane kokusundan ve dokusundan uzak olduğum için unutmuştum bu koridorları..Bu acıları, bu hayatları..
Çok şükür canım dostum Sümeyyem ile aynı hastanede başladık ki, bu yeni koridorlarda, sıcak bir dost gülüşü sayesinde yalnız hissetmedim kendimi.
Biz belgeler için ordan oraya koştururken, bir doktor ve bir personel de sedyedeki son dönem bir hastayı koşturuyorlardı..
Onu görünce canlandı anılar..Hastalar..ve ölüm..
Sonra kapılarda ağlayanlar..
Mahkum hastalar, daha önce hiç görmediğim..
Yani yeniden hastane koridorları..

Dilerim hayırlı olur hepimizin..
Rabbim hepimizi hastalıklardan korusun,
Hastalara şifa versin,
Bizleri de şifaya vesile eylesin inşallah...

01 Ocak 2009

40 sn'de bir yıllık seyr-ü seyelan..
1 yılda halden hale giren ağaçlar ve dünya..
1 yılda dört farklı mevsim, dört farklı güzellik..
Ne mutlu ki değişiyor mevsimler..Hep aynı olsa nasıl olurdu?..
Çok şükür, çok güzel...


One year in 40 seconds from Eirik Solheim on Vimeo.

Paylaşan: Tarık Börekçi